29 Kasım 2011 Salı

Alişan'a iş bulalım

Bu aralar sürekli bir Alişan. O kanal senin bu kanal da senin Alişan. Eniştem kaynımın kızıyla, kaynım dayımın kızıyla içerikli TV programlarında görmeye alışık olduğumuz bir duygulanım bozukluğuyla her gün bir programda  Alişan. 

Neden bu Alişan sürekli yayında diye sordum, babamın kumandasının manyetiğindeki televizyonda gene Alişan'ı görünce.. 'İşsiz kalmış' dedi babam... Çağla yüzünden işsiz kalmış hem de..

Medyatik olaylarla ilgili yazmıyordum ama Alişan'ın haline perperişan oldum. Efendi çocuktur vesselam. 

Şaka bir yana insanlardaki bu duygulanım bozukluğudur asıl dikkatimi çeken. Üzgün mü mutlu mu, sinirli mi anlaşılmaz bir hal, hüzünlenip gülen, mutlu olup ağlayan bir eda..

Alişan'ın bir derdi var, bazen sinirli, aniden umursamaz, birden acıklı birden çok aşık ama sürekli bilirkişi..  Sevgilisinin aslında bir estetik harikası olduğu haberlerinden sonra bile hala gururlu.. helal olsun..

Alişan'a iş bulun. Acun sana sesleniyorum. En kısa zamanda bir jüri üyeliği olsun bir backstage sunuculuğu olsun, elinden tut kardeşinin. En kötü söylersin Karamehmet'e, sarı bir Cellocan şapkası, yanık yanık söylesin Alican. 

Sana da aşkolsun Çağla!

23 Kasım 2011 Çarşamba

Kabuslar I


Oyunun başlamasına 15 dakika kadar var, salon girişindeki duvarlara asılmış fotoğrafları inceliyorum. Siyah beyaz fotoğraflar var eski oyunlara ait. 80 yıllık bir tiyatro salonundayım. On dakika kadar daha boyu uzuyor zamanın, iyice kalabalık oluyor etraf; insanlar içeriye girmeye başlıyorlar.  Hava soğuk kış vaktindeyiz, paltolar kabanlar çıkıyor, o vakit ben de çıkarıyorum kabanımı, koltuğumun altına sıkıştırıyorum, giriyorum salona. Oturuyorum orta halli yerime. Yaklaşık on dakika boyunca, dakikada iki kez toplamda yirmi kez cep telefonumu kontrol ediyorum. Evet kapalı, bakalım kapalı mı, kapalı işte, acaba biraz önce kapadım sanarken aslında kapalı olan telefonu açmış olabilir miyim, bir kontrol edelim, evet kapalı. Bir telefonu kapamışsan o telefon bir buçuk dakika sonra da hala kapalı olur. Benim telefonum da o telefonlardan mı? Bir bakalım evet o telefonlardan. Tamam telefonu kapadım ama belki bir alarm kurmuş olabilirim, bu telefon kapalıyken de alarmı çalan telefonlardan mı? En iyisi telefonun şarjını da çıkarmak. Aslında en iyisi bu telefonu öldürüp kimse görmeden arabanın bagajına yerleştirmeli ve ıssız bir göle atmalı. Belki de boğduktan sonra küçük  parçalara ayırdığım hain telefonu büyük bir çukur kazıp içine gömmeliyim. Cinayet planlamak dehşet verici bir şey olabilir ama şu an bu telefonu öldürmek düşüncesi beni o kadar rahatlatıyor ki; sesini bir daha duymamak için en cani şekilde yoketmek istiyorum onu.
Oyun başladı. Cinayet gerçekleşmedi. Oyunun güzelliği cinayetin gerçekleşmemiş olma huzursuzluğunu bastırdı.

Ta ki yirmidördüncü dakikaya kadar. Tam olarak yirmidördüncü dakikada öldürdüğüm hayır öldürmediğim, öldürmeye cesaret edemediğim telefon çalmaya başladı. Ben bu telefonun ağzına yastık tıkamamış mıydım, sonra kilometrelerce yol gittiğim ıssız bir dağın tepesinde kazdığım derin bir çukura gömmemiş miydim? Bunların hiçbirini yapmamış olsam bile şarjını çıkardığım telefonu iki parça halinde çantama attığıma o kadar eminim ki. Kaç defa kontrol ettim.
Komplo. Bir komploya kurban gittim. Telefon gittikçe yükselerek çalmaya başladı. Üstelik Türk klasiklerinden uyarlanan bir oyunu izlemek için geldiğim tiyatro salonunun, günler öncesinden aldığım en orta en güzel yerinde bangır bangır çalan telefon melodisi apaçi müziği. Gittikçe yükseldi yükseldi, aniden önümdeki arkamdaki insanlar ellerini iki yana kaldırarak apaçi dansı yapmaya başladılar. Sahnedeki tiyatrocular ceplerinden çıkardıkları telefonlarla dans eden topluluğu kameraya çekiyorlardı. Birisi ne ara anlamadığım bir zamanda paltomun cebine bir apaçiye ait telefon yerleştirmiş olmalıydı. Telefonu aradım aradım bulamadım, paltonun cebine elimi sokuyorum, paltonun cebi delik. Elimi uzattıkça kilometrelerce ıssız yolunu takip ettiğim dağın esintisi vuruyor elime. Toprak. Toprak değiyor elime paltomun cebinde. Telefonu gömmek için açtığım çukurdan çıkardığım topraklar bunlar. Telefonu bulamıyorum. Telefon herkesin elinde. Oyun sona eriyor,  perde hala açık, herkes çılgınca dansediyor, ben katilim, telefonu ben öldürdüm hakim bey diye bağırıyorum, telefonun ruhu beni rahat bırakmıyor. Oyun bitiyor, apaçiler dansediyor tiyatro salonunda..

Korkuyorum, korkudan bilinçaltıma ediyorum..

PS. Tiyatro salonunda cep telefonumun çalması korkuma dair..

11 Mayıs 2011 Çarşamba

3 dakikalık Kısa Film -Hayatım


Sahne 1: İlk sahnedeki ilk görüntü önemli, müzik önemli. Sahnenin devamında gelecek aksiyonu betimlemeli.
Yürüyorum, üstümde bir daha aynı hataya düşmeyeceğim bir uyum var. Çorabım, hırkam falan aynı renkte, kafama taktığım tek şey toka, o da aynı renkte.
-    Kostümcüyü çağırıyorum, kavga kıyamet.. hadi şimdi lise yıllarım, bir daha böyle kostüm istemem, uyumsuzluklarla dolu dünyamı uyumlaştırmaya niyetim yok.

Lisenin kapısından giriyorum. Sonraki sahne, çıkıyorum. Flashback gösteriliyor geçen 4 yıl. Sıradaymışım, şarkı söylüyormuşum, izciymişim, kamptaymışım, etek kıvırmıyormuşum, gizlice sigara içmiyormuşum, herkesi çok seviyormuşum, hep gülüyormuşum, güzel şarap içiyormuşum, çok hareketliymişim..
Sonraki sahne, üniversitenin kapısındayım. Belli ki psikoloji okuyorum, kapıda öyle yazıyor. 
-      Hop! Durduruyorum yönetmeni. Psikoloji okuyor olmamı çok manedar buluyorum, geçen 4 yıl sağlam geçmiş üstümden demek. Seyirci merak edecek, bir ‘psiko’patlık var ki bu işin içinde ‘loji’stik destek alıyorum.

Pat, önceki sahneye geri dönüyoruz, flashback’leri biraz daha back’iyoruz. Üzgünmüşüm, ağlıyormuşum, okul duvarına adımı yazmışlar, babam okula gelmiş, aşık değilmişim, telefon çalıyor, sürekli telefon çalıyor, korkuyormuşum..

Bir sonraki sahnede seyirci rahatlamış, ben rahatlamışım, belli ki bir karın ağrısı girmiş lisede, a-şık-kında takılıp kalınmış bir durum yok.  Bi halt anlamışlığımız da yok. Üniversiteye başlıyorum.

Sonraki sahne, bir parkta oturmuş yeşile bakıyorum, bir karar almak gerekiyor belli ki.. Karar alıyorum, çalışmaya başlıyorum. Flashback yapıyor yönetmen, filmin kısa olmasından sebeple.
İşteymişim, servisteymişim, kantindeymişim, işteymişim, bakanlara bakmama halindeymişim, derste isim-şehir-elma yiyorum, sınavın kapısından dönüyorum, kapıyla imtihanım büyük, istediğimi istediğim zaman kapı dışı edemiyorum.

Sonraki sahne; müzik dinliyorum, saçlarım kısacık olmuş, çılgınca dansediyorum, hafif yalpalayarak eve dönüyorum, evdekileri çok seviyorum, ev partileri veriyorum, sosyoloji hocasına halt ettirecek kadar sosyal hissediyorum. İşe gidiyorum, adeta işle canlanıyorum, çalışmayı seviyorum. Köpek alıyorum, köpeğimi seviyorum.
-     Hop! Durduruyorum yönetmeni, senaristleri çağırıyorum. Kuzum allah aşkına ne renk dizi çekiyoruz burda, her şey çok pembe, seyirci kanacak, sonra tozu gözüne kaçacak.

8 Mayıs 2011 Pazar

ANNEM

4,5 kilo doğacak bir çocuğu taşıyan 45 kilo bir kadının serüveni anneminki. Hani baştan belli ne kadar büyük bir yük olduğu..  
Hamileyken günde 1 kilo havuç yiyor, gücümü sağlığımı öyle düşünüyor..
Doğum.. Bir çirkin çocuk, kurbağa gözlü falan, her tarafı boğum boğum. "Dayın teyzenin kulağına eğilmiş, ne çirkin bebek demiş" diye anlatıyor sonradan. 
Neyse ki bir iki güne açılıp saçılıyorum da, güzel bir bebek oluyorum.. "Sokakta durdurup sürekli sevmek isterlerdi seni, alamazdım insanların elinden" diyor. 

Doymak bilmeyen bir bebek, tek ağlamam açlıktan.. "1 aylıktın, sütüm yetmiyordu artık, doktora gittim, 1 çay kaşığı yumurta sarısı verebilirsin dedi, o gün 1 yumurta bitirdin." diyor. Ve ekliyor: "Akrep Nalan çok modaydı o zamanlar, onun gibi olacaksın diye o kadar korkuyordum ki.."

Korku demek annelik zaten, başka bir yaşamın kaygısını kendinden çok yaşamak demek.. Sen çılgınca koşmaya başladığın zaman arkandan yüreği ağzına gelen kadın demek. 6 aylıkken ayağım kırıldığında, doktorlar çocuk felci diye belimden su çekmeye kalkınca, içgüdüleriyle beni hastaneden kaçırıp başka doktora götüren kadın annem. Yaşamımda benden 1 adım önce her şeyi gören kadın annem. 

6 Mayıs 2011 Cuma

PsikoMizah Ders1

Konu: Bad mod değiştirme

İnsanoğlu aynı anda stres, acı, kaygı vs. gibi duyguları yaşarken; bir yandan da relax, gevşek, hahaha çok komik, geberdim gülmekten gibi keyifli duygular içinde olamıyor. 
-Bunu bir tek anneler başarır: "vallahi sinirden gülüyorum" replikleri ile psikoloji bilimini hiçe çevirirler ve lakin bu noktada ilahiyat biliminden yararlanırız; şayet anneler insan değil melektir!

Her neyse, dolayısıyla uzmanlar der ki; eğer bir şeye canın sıkılmışsa, fazla kaygılı, stresli, öfkeli bir duygu durumuna sahipsen; kendini neşelendirecek aktiviteler içine girerek ve/veya rahat olduğun zamanlardaki fiziksel koşulları sağlayarak, bedenin olumsuz duygulardan çıkmasını başarabilirsiniz. 

Fazla stresli durumlardayken insan bedeninde fiziksel bir takım değişiklikler olur. Kalp atışı, nefes düzeni değişimleri, mide krampları gibi. Nefes alma egzersizleri, kas egzersizleri gibi basit çalışmalarla bu fiziksel değişimleri normale çevirmek; o anda yaşanan kötü duyguyu da tersine çevirir. 

Bir zamanlar Memoli vardı, konuyu burada neden açtım bilmiyorum, (şayet Memoli'yi hatırlamak biyolojik yaşımı ortaya koyar.) 

Memoli (M.A.Alabora), Zeyno'ya (M.Cumbul) sinirlendiği zaman, derin nefes alarak içinden 10'a kadar sayardı mesela. Zeyno da "ne o keçilerini mi sayıyon gene" derdi. İşte yıllar yıllar sonra okulda bunun bilimsel açıklaması öğrendim:) İnsan sinirlendiği zaman solunum sistemi sinir sisteminden etkilenir ve vücuttaki oksijen dolaşımı, kan dolaşımı her şey birbirine girer, içerisi adeta festival yeri gibi olur. Ortalığı yatıştırmak için derin nefes almaya başlarsın, böylece solunum sistemi normal haline dönmeye başlar. Nefes alırken sayı saymak da nefes aralıklarını eşitlediği için önemlidir. Doğru nefes alıp vermek kan dolaşımıyla birlikte tüm diğer sistemleri de olumlu etkilemeye başlar. Karmaşa halindeki vücut sistemleri normal düzenine kavuşunca? Beyin de kendini sakinleşmiş sanır. Bu sefer solunum sistemi sinir sistemini etkimiştir ve siz de sakinleşirsiniz. Çünkü bütün sistemler kardeştir. Ondandır bir şeye canınız sıkılınca boşaltım sisteminizdeki anormallikler:) 

Dersimize devam edelim. Örneğin kahve kola gibi kafeinli içecekler de kalp atış hızını arttırarak insanlarda reel olmayan bir kaygı duygusu yaşanmasına yol açar. Oysa ki bir çoğunuz rahatlamak için içiyorsunuz bu içecekleri. 

Yaşanan olumsuz duygularla başetmedeki bir başka silahımız da mizahtır
Bu konularda ben de nacizane çalışmalar yapmış biri olarak; özellikle öfke yönetiminde mizahın nasıl kontrol sahibi olduğunu bilirim. Öfke, çok tehlikeli giden bir araba olsun, onu kontrol etmek için şoför koltuğuna mizahı oturtmak gibi.

Gülme sırasında vücutta oluşan fiziksel değişimler ve salgılanan hormonlar, eş zamanlı olarak kaygı, stres, mutsuzluk gibi duyguların yaşanmasına izin vermez. Dolayısıyla mizahla yaşamak sürekli aşkla yaşamak gibidir. Candır, kandır. Mizah kendi yarattığınız, size ait bir pencere olmalıdır, yaşama açılan. Sinir krizleri sırasında, hoop o pencereden bakmalısınız. Mesela, sizi sinirlendiren kişiye o kadar öfkelisiniz ki, elinizdeki şişeyi alıp adamın cebine sokmak istiyorsunuz. Bu durumda gerçekten onun cebine şişe soktuğunuzu gözünüzün önüne getirerek durumu karikatürleştirebilirsiniz ve bu sizi eğlendirebilir. Kısa süreli de olsa sakinleşebilirsiniz. (karikatürleştiremediklerimizden misiniz gibi oldu) 

Bu dersin amacı neydi.. :) Şahsen benim canım biraz sıkkındı. Hop aldım elime sazımı yine aşınca çayın suyu boyunu.. Kendimi eğlendirmek istedim. Başardım, yazdım eğlendim. Güldüm. Solunum sistemime de sindirim sistemime de psikolojime de iyi geldi. Hepsine saygılar sunarım.

Bir sonraki derste görüşmek üzere..

20 Nisan 2011 Çarşamba

laf lafı açtı..


Türk blogger'ları olarak, kişisel sayfalarımıza yapılan "haneye tecavüz" acılarımızı yavaş yavaş dindirmeye çalışıyoruz. Kısa bir süre öncesine kadar hala sayfalara girişlerde sorun yaşamaya devam ediyordum. Bu bir haneye tecavüzdür, mahremiyeti darmadağın etmektir. Kalbimden akan kalemimden damlayan hangi düşünce kim tarafından karartılabilir. Yazdığı limonlu kek tarifini paylaşması engellenen blogger, bir gün intikamını imam bayıldı ile alacaktır!

Çilek ve Karamel'den uzak kaldığım süre boyunca, bir şeyler karalamaya devam ettim. Neyse ki diğer sosyal paylaşım siteleri şimdilik örümcek beyinli uygulamaların ağına takılmadı. Tü tü tü.. Maşallah.. Facebook poponu kaşı, twitter dişine vur..

Bugün şeytanın bacağını kırmak, bir çilek alıp karamele batırmak istedim. Aklımda bir konu da yok, ama yazmak beni fazlasıyla rahatlatıyor. Ofiste işler çok yoğun, ofis dışında yaptığım işlerle ilgili sıkı bir çalışma dönemine girdim. Bahar geldi, ne hikmetse doğum günü, kutlama, düğün dernek, açılış gırla.. Ajandasız ve post-it'siz yaşayamıyorum. Güneş yüzünü gösterdi mi enerjime diyecek yok, diğer günler alter niyetine iki vitamin işimi görüyor. 

Bu senenin başında -sene başından kastım yaz tatilinin bitmesiyle başlayan dönem- sürekli evde olmaktan, haftanın her günü dizi izlemekten falan bahsediyordum. Sevgilim de yok, evden dışarı adımımı atmam diye düşündüğüm zaman, annemin göbek bağımla ilgili söyledikleri aklıma gelmiyor belli ki. Aslen ODTU'de gömülü olan göbek bağımla ilgili annemin ciddi şüpheleri var. Ankara'nın her bir yanına saçılmış olabilir. 

Bugün TV konusunda kesilecek bir kaç ahkamım var.

Şunu fark ettim ki, ben hiç dizi izlemiyorum. Takip ettiğim bir tane bile dizi yok. Akşamları ajansa bakıyorum:). Bu yıl Star Haber inanılmaz bir çıkış yaptı. Özellikle haber ortasındaki sokak röportajları ile hafızalara kazınan dialoglara şahit olduk. Wikileaks'in bir çeşit kestane olduğunu, Kıbrıs'ın Karadeniz'de olduğunu bu sayede öğrendik mesela. Televizyonda denk gelirsem izleyebildiğim bir kaç program;  Balçiçek İlter ile Karşıt Görüş (Pamir soyadına da çok alışmışım), Gülin Yıldırımkaya ile HT gündem, Emre Kongar ve Mehmet Barlas, Yekta Kopan ile Gece Gündüz, Mirgün Cabas ve Hakkı Devrim ile Günlerin Getirdiği. Bunlarda TV izlemeye ayırabildiğim vakit için oldukça fazla bile. Geyik yapmıyorum ama zaman zaman da discovery channel'a takılıyorum ya da Nickelodeon izlerken uyuyakalıyorum:) Öyle bir geçer Osman olmadan, Ezel'e ayılıp bayılmadan, beyin faaliyetlerimi Nihat Doğan ile meşgul etmeden de bir yaşam sürdürülebileceğinin kanıtı gururlu bir Türk kızıyım. 

Televizyonla aramızdaki bu düzeyli ilişkiden çok memnunum. İnsanların kendilerine bunu neden yaptıklarını da bilmiyorum. Mizah ile ilgili yaptığım araştırmalarda okuduğuma göre; insanların başkalarının hayatlarında cereyan etmiş anlara gülerek bağımlılık geliştirmeleri oldukça tehlikeli. Bu durum gerçek mizah yeteneğini köreltici sonuçlar doğuruyor. Neden sonuç ilişkisi çıkarma, anlam yükleme, farkındalık yaratma gibi yetilerimiz yok olmaya yüz tutuyor. Bence de Artiz ne arar la pazarda ama bu hayatımızdaki tek mizah olmasın sonuçta. 

İtiraf etmeliyim ki bir kaç kere evlendirme programı izledim, gerçek zamanda canlı yayında insan tasvirlerine şahit olmak bambaşka bir durum. Komedi ve dramın içiçe geçtiği bir sinema filmi adeta. Ama bu durumu da abartmaya gerek yok. Bu tip programları sürekli izlemek; 2x2'nin 4 olduğunu bilmeye rağmen sürekli bu işlemi ezberlemeye devam etmek gibi. Oysa hayat içinde bir çok başka işlem ve denklem barındırıyor. 

Uzun lafın son çeyreği, mutsuz hayatlarımızı mutlu etmek için mutsuz insanların umutlarından ve umutsuzluklarından beslenmek hiç bana göre değil. İnsanoğlu özgürlük için ölecekmiş gibi davranıp kendini bu kadar bağımlı hale nasıl getiriyor anlamıyorum. 

Sen evde ne yapıyorsun derseniz, ben de herkesin güldüğü şeylere gülmeye devam ediyor ve burada da ahkam kesiyorum işte. Kitap ve dergi okuyorum. Bol bol mizah yazıları okuyorum. Psikeart dergisini ilk sayısından beri takip ediyorum ve şiddetle tavsiye ediyorum. Tanrılar Okulu diye müthiş bir kitaba başladım. Bittiğinde ya Nepal'e yerleşirim ya büyük adam olurum gibi geliyor. Sapık gibi önüme gelen her değişik fotoğrafa, tabloya, heykele bakmaya devam ediyorum. Deli gibi müzik dinliyorum. Soundcloud'daki birtakım DJ'leri takip ediyorum. Facebook'da arkadaşlarımın fotoğraflarını like ediyorum. Herkes gibi ben de komik şeylere hahahaha çok komiklere puhahahah yazıyorum. 

Yazıyorum yazıyorum.. Bunu yapmaya bayılıyorum..
Ohh.. rahatladım :))

25 Ocak 2011 Salı

Yalan

Kimliği olmayan cümledir yalan..

Kısa bir hazzın arkasından gelen büyük pişmanlıktır.. Binbir bahanedir, beceriksizliğin limanıdır yalan..

Beyazdır yalan, karadır, morciverttir, gridir, şahsiyetsizdir, pisliğin tekidir, gereklidir, şarttır bazen mecburiyettendir, iki gözüm önüme aksındır.. Yalan asla yalan değildir..

Mitomanidir, hastalıktır özünde, bazen şakadır, süprizdir en nihayetinde.. O kadar çok şeydir ki yalan.. Söyleyeni   vicdan azabına, söyleneni hayal kırıklığına, üçüncü şahısları söyleyenin gazabına uğratır.

Her şeyin yalanı söylenir hayatta.

"Seni seviyorum, sınıfımı geçtim, dün gece evdeydim, bunu çok ucuza aldım, babam padişah annem Hürrem, toplantıdan geliyorum, iş gezisine gidiyorum, şarjım bitti, yolda kaldım, inek geldi, suyu içti, dağa kaçtı...

Hastalandım, ameliyat oldum, yok burnumu alıp popoma diktiler..

Seni unuttum, evleniyorum, 3 oda 1 salon aşk yaşıyorum..

Askere gidiyorum, yola çıkıyorum, çok yalnız kaldım ağlıyorum.. "

Her şeyin yalanı söylenir hayatta..

Hiçliktir yalan.. Yalan diye bir şey yoktur aslında.. Yalan "olmayan şeydir" sonuçta... Yalan yoksa yalancı da yoktur.. Yalanı söyleyen bir "hiç"tir aslında..

PS. En büyük yanılgı, artık üstüne yapışmış küçücük yalanları kimse farketmedi sanmaktır. Büyük yalanlar hemen göze çarpar, güldürür insanları, küçükler zavallı eder, acındırır.. Dürüstmüş gibi yapmak değil gerçekten dürüst olmak büyük bir erdemdir.. O erdem de ancak, gece yatınca hesaplaşır insanla..

11 Ocak 2011 Salı

Kadının da erkeğin de makbulü aynı

kadın dediğin şöyle olur.. erkek dediğin böyle olur diye yaz yaz bitmez.. cinsiyet kadar laf yapmaya gerek yok..

aslında kadın da erkek de aynı olmalı..
güzel gülmeli, içten gülmeli
sabah uyandığında gülümsemeyi, gece yatağında kahkaha atmayı bilmeli
servis yapmayı ödün görmemeli
küfür etmeyi bilmeli, kendine küfrettirmemeli
karşısındaki insanların kendiyle ne şekilde konuştuğuna dikkat etmeli
kadın da erkek de
hayvan sevmeli, doğayı sevmeli
insanı sevmeli
insan sevecek diye seviyesizliklere girmemeli
herkesle muhabbet etse de kimle aynı masada oturacağını seçmeli
kadın da erkek de sevişebilmeli
sevişmeyi gece mezesi yapıp değersizleştirmemeli
ter kokmamalı, ağır parfüm hiç olmamalı
ne giyidiği önemli değil giydiklerinin temizliği olmalı
seksi olacak diye kendini basitleştirmemeli
spor yapmalı, bedenine bakmalı
siyasetten anlamalı, ülke meselesi yatınca masaya kalkıp gitmemeli
anlatacak anısı, gösterecek becerisi olmalı
ne hep dinleyen, ne hep konuşan olmamalı
konuştu mu kendini dinletmeli, sustu mu merak ettirmeli
çocukluk yaptı mı eğlendirmeli, ağır durdu mu nefes kesmeli
sokak muhabbetini bilmeli, sokaklarda yalnız yürüyebilmeli
kadın da erkek de
sakız çiğnemeyi bilmeli
karşısında biri konuşurken gözlerine bakabilmeli
güven vermeli
bu insanla ömür geçer dedirtmeli
onu yapmam bunu yemem oraya gitmem tabuları olmamalı
yalakalık olsun diye her fikrin de üstüne atlamamalı
duygusallığını saklamamalı, ota boka ağlamamalı
gitmesini bilmeli, geri dönmeyi gurursuzluk saymamalı
cesur olmalı kadın da erkek de
utanacak bir işi olmamalı
sevdi mi yakasından tutmalı, ama malı saymamalı
istediğini söyleyebilmeli, ısrarcı olmamalı
samimiyetle el ense olmayı ayırt etmeli

kadın da erkek de
gittiğinde değil geldiğinde huzur vermeli..

4 ocak 2011handy