13 Kasım 2012 Salı

Yeni Dünya Trendleri


2012'nin son zamanları. Tüm adaletsizliğine, ortaçağ mirası savaş merakına, açlığa, işsizliğe rağmen çağ iletişim çağı.. Bilgi çağını geçtik, bildiklerimizi işletişemeden bir arpa boyu yol gidemeyeceğimizi anladık. Kendimizi geliştiriyoruz, öğreniyoruz, bilgileri depoluyoruz, yeri gelince çıkarıyoruz üzerindeki tozu “üff”leyip kullanıyoruz.

İnternet meseleye farklı boyutlar katmış durumda. Hastaneler çocuklara doğdukları gün email hesabı açıyor nerdeyse (aç parantez, iyi fikir bence, kapa parantez).

Başını alıp gitmiş teknolojiler arasında biz “tek”liyoruz bazen, Dünya’ya uyum sağlamak çok da kolay olmuyor; bir yandan yağmur duasına çıkarken insanoğlu, bir yandan uzaydan başımıza insan yağıyor.

Araştırılması gereken, algılanması zor, alışması zaman isteyen o kadar çok şey var ki..

Bir internet sitesinde beğendiğiniz markanın ayakkabısını inceledikten sonraki günler boyunca, girdiğiniz diğer internet sitelerinde aynı ve benzer ayakkabıların reklamları sizi takip ediyor. Bir yerde herhangi bir tercihte bulunmuş olmak neticesinde, tercih edilebilecek benzer ürünler gölge gibi bizi izliyor. Attığımız her adım Armstrong’un adımından daha önemli hissiyatındayım. Takip ediliyoruz ve ihtiyaçlarımız kayıt altına alınıyor.
İleride olup biteceklerin tahmin edilemediği yıllar geride kaldı, artık hayal kurmakta sınır tanımıyoruz. İmkansız diye bir şey kalmadı.

Aileden eğitime, sağlıktan iş yaşamına sahip olduğumuz tüm insanı kavramların anlamı değişmeye başladı. Paradan ziyade ihtiyaç giderme daha önemli bir hal alıyor. Sanal dünyanın sunduğu simülasyonlar sayesinde, elle tutamadığımız, havasını solumadığımız halde bir çok gerçekliğe yakınlaşıyoruz, dahası aradaki küçük perdeye rağmen 'sanal olan' da gerçeği kadar bizi mutlu ediyor.

Elektronik paranın, sanal fakültelerin, online satışın her yıl daha çok kullanıldığı bir dönemde daha neler olacağını öngörmek çok da zor olmuyor.

Geleneksel toplumlar yeni dünya trendlerini kabullenmekte zorlanıyor gibi görünse de; bugüne kadar bu toplumların dinamiklerini oluşturan ve bireyselci olmayan tutumlardan dolayı, yeni trendleri uygulamak konusunda onların çok daha cesur adımlar attıkları görülüyor. Twitter üzerinden gelen halk çağrısı üzerine sokaklara dökülen binlerce insanın çıkardığı ayaklanmalar da bu tezi kanıtlar nitelikte.

Özel günlerde facebook, twitter gibi paylaşım ortamlarında vatan, millet, sakarya yazan arkdaşlarımıza “burdan konuşmak kolay” eleştirileri gelirken; aslında zor olanı onlar yapıyor. Şayet başkanlık sonucunu twitter’dan duyuran bir Obama varken, iletişimin hangi kanal üzerinde ağırlık kazandığını tartışmaya çok da gerek yok.

Bir anda binlerce üyesi olabilen sanal grupların ileride oluşturabilecekleri etki hiç de yabana atılabilir cinsten değil. Siyasetin sanal ortamdan yapılacağı, politikacıların sanal dünyada yetişeceği gerçeği çoktan fırından çıkmış görünüyor.

Sonuç olarak ‘başımıza taş yağacak’ diyerek şaşıracağımız şeyleri geride bıraktık. Bundan sonra bize antenleri açıp çağı yakalamak düşüyor. Şahsen ben gelecek çağın “sevgi çağı” olacağını düşünüp bütün ayarlarımı yaptım bile..

Hayatımızdaki onca değişime ve yeniliğe rağmen insanın insana baktığı zaman hissettikleri yine de değişmiyor. Bir bebek dünyaya geldiği zaman attığı çığlık kelebek etkisine devam ediyor. Toprak ana da, üstünde olup biten fırtınalara rağmen, yaşamın bittiği yerde bize ev sahipliği yapmaya devam ediyor. Gelişiyor ama değişmiyoruz aslında..


P.S. Ian Pearson notlarından destek alınmıştır..

6 Ağustos 2012 Pazartesi

Glamour Girl

Bu post `glamour girl` dinlenerek okunmalıdır!
çünkü Lynn`i hatırlatır.. 

hani bir kavanozun içine taşlar koyarsın; küçüklü, büyüklü..  (yapmazsın da diyelim yaptın :) doldursan kavanozu ağzına kadar taşlarla yine de tam dolmaz..  aralarda boşluk kalır.. sonra su dökersin taşların üstünden (diyelim döktün:) ; hoop, su taşların arasından süzülür ve o zaman tam olarak dolar kavanozun..

biraz romantik oldu ama `glamour girl` bendeki yerin tam olarak o `su`.. ( yarın bir gün bu örneği biri  için daha söyleyebilirim:) o su başka su:)

en büyük sırdaşım, en güzel dostum.. en yaralayıcı gerçekleri yüzüme vuran, en hatalarımda yanımda duran, en mutluluklarımda ben kadar mutlu olan arkadaşım..

en yakın arkadaşların birbirinden sıkıldığı, en aşıkların konuşacak konu bulamadığı bir zamanda, günlece saatlerce hiç sıkılmadan sohbet edebildiğimiz, 
siyasetten, sevgiden, aileden, spordan, modadan, dedikodudan, gelecek trendlerinden, ekonomiden, ticaretten, psikolojiden, müzikten.. her şeyden ama her şeyden konuşmaktan zevk aldığımız dostluğumuz için şükürler olsun..

seni de, hayatıma soktuğun insanları da, güzel aileni de çoook seviyorum..
iyi ki doğdun Lynn..

bu arada yarı takıntılı düşüncelerini, şımarık hallerini de seviyorum.. bir de çok acayip kokteyl yapıyorsun.. bir de tatil olayı da seninle baya zevkli.. 
bir de `alkollü jet ski kullanmayınız` 
bir de
uzaylı da olsa insan insandır..

Tedarikte ederim benim feraseti cikis saatim aksam 5. ona gore haberleselim 
ok then bye.. :)))




5 Ağustos 2012 Pazar

Como ve Boni'nin mutfağı

http://bonicomo.blogspot.com/
Cok yakın iki arkadaşımın muhteşem yemeklerini artık buradan takip edebileceğiz.. Lezziz steakler, rizottolar, soslu tavuklar..
En güzeli de müthiş kokteyller..
İlk postlarını bekliyorum..

13 Haziran 2012 Çarşamba

Moraliniz çok bozulursa arı kovalayın!


Hayata dair basit formüller yakalamak peşindeyim. Mutluluğu, mutsuzluğu, stresi, neşeyi büyük paradoksların sonuçları haline getirmenin bir anlamı yok. En büyük acının da, en büyük mutluluğun da nedeni çok basit olmalı.

İnsanın ciğerini parçalayan anıların bir zaman sonra mizaha dönmesinin, dönüşü olmayan kayıpların hüznünü yaşarken bile bir çiçeğe sevinebilmenin  başka da açıklaması yok zaten.  Evren tüm karmaşıklığıyla sistemini sürdürürken, bizlerin yaşamları basit denklemler üzerinde kurulu.

Uzun zaman önce kapımdan içeri bir öğrenci girmişti, şimdi hangi kapıların ardında bir iş kadını oldu bilmiyorum. Bana okulda öğrenmediğim bu basit formulü öğretti: Moraliniz çok bozulursa arı kovalayın!

Yeşillere bakan giriş kattaki ofisimde, ağlamaktan gözleri kayıp balık Nemo’ya dönmüş bu çok tatlı üniversite öğrencisi ile karşı karşıya oturduk. Hayat onu çemberine almış adeta, her şey (!) her zaman (!) olduğu gibi (!) üst üste gelmiş, bakalım dünyanın bu kız çocuğuna garezi neymiş. Sakinleştirmeye çalışıyorum ama isyanın başladığı yerdeyiz; üzerimize gaz püskürtseler oradan ayrılmaya niyeti yok! DERKEN;

Aylardan Haziran, sıcak Ankara’yı teslim almış, en güzeli bahçeden gelen hanımeli kokusu, en kötüsü arılar. Ortaokulda uğradığım bir istiladan beri ciddi manada korkarım arılardan. Arının olduğu bir ortamda barınabiliritem yok!

2 tane sarı-siyah kostümlü etine dolgun arı penceren içeri sızdı. Üzerlerinde komik çizgili bu tulumlarla bile sevimli bir yanı yok. Gözümü kaçırmam mümkün değil, bu arıların odaya girer girmez en insansız tarafa çekildiklerini görmüşlüğüm yok, üzerimize doğru geliyorlar.

Biz isyandayız, kız çocuğu ağlıyor, mutsuz, hayat üstüne devrilmiş. Benim gözüm arıda. Yapamayacağım, fırladım ayağa. Üzgünüm dedim bu koşullar o koşullar değil, şayet telepati böyle bir şey değil. Arıların biri masamın altına girdi, çöp kovası orada,  hangi tür yediğim şekerin kokusunu aldıysa, diğeri masanın üstünde devriye geziyor. Sanırım arının sarısı yüzüme yansıdı bayılacağımı düşünmüş olmalı küçük kız. “Hocam verin verin bir dergi verin” dedi. “Hiç korkmam arılardan, şimdi hallederim”. Gözyaşları slow motion yukarı çıkmaya başladı, elektriklenmiş saçları dalga dalga dalgalandı, adeta karşımda bir Zeyna. Başladı arıları kovalamaya, odanın içini dar ediyor onlara. Ben de başladım gülmeye, kimin kime terapi yaptığı belli değil. Pencereden dışarı nasıl topukladı o arılar, bir tanesi ayakkabısını bile düşürdü panikten. Son sahnede pencereyi de kapadı bizim kız, “Kurtulduk hocam” dedi.

Kurtulduk!

Gözyaşları dindi çünkü. İsyan bitti. Dünyanın garezi marezi yokmuş meğerse.

Güçlü yanı, güçsüz yanını altetti çünkü.

“Çok iyiyim, nasıl rahatladım” dedi. “Bundan sonra moralin bozulursa arı kovala” dedim.

Mutlaka iyi olduğunuz güçlü olduğunuz bir yanınız var. Sizi mutsuzluktan o çıkaracak. Mutlu olmak için gereken hep çok basit bir şey! Moraliniz çok bozulursa arı kovalayın!

23 Mart 2012 Cuma

Bahar sendromu


Güneş enerjisine karışan akut mutsuzlukla başetmeye çalışma..


Çoğalan hayaller ve yaşanan hayalkırıklıkları ile dengeli bir yaşam çabası..

Mart'ın kapıdan baktırıp kazma kürek yaktıracağı gerçeğinin verdiği gizli korku..

Bedenin hormonları ile domatesin GDO'ları arasındaki amansız mücadele

Özlem duyulan çağlaya umut ile sarılmak ve ağızda bıraktığı ekşi tada isyan

Uyku ya da uykusuzluk.. işte bütün mesele bu..

Yeni sezon kıyafetler ve hala kaldırılamayan kışlıklar arasındaki şike gerginliği

Mahsun Kırmızıgül'den sonra 'Güneşi Gördüm' diyebilen ilk insan egosu

Instagram albümlerine güneş efektli fotoğraflar ekleme keyfini hiç eden havadurumu uyarıları

EuroSport gündüz maçları: Açık hava etkinlikleri vs Polen

ama en çok mutsuzluk
ama en çok mutluluk
ama en çok umut
eme en çok umutsuzluk
ah şu papatya falları..

herkese hayırlı sendromlar..


19 Mart 2012 Pazartesi

En başarılı olmak için...



Amerika’da yaklaşık 20 yıl süren bir araştırma sonucunda; Dünya’nın en başarılı sayılan kişilerinin özellikleri belirlenmiş. Henry Ford, Thomas Edison, John Rockefeller, Theodore Roosevelt, Alexander Graham Bell, Andrew Carnegie, Obrah Winfrey araştırılan isimlerden bazıları. Bu kişiler farklı dönemlerde yaşamış, farklı eğitim ve sosyal yapılardan gelmiş olmalarına rağmen hepsinin de ortak sayılan özellikleri ortaya çıkarılmış. E o zaman dedim, bu özelliklere bir göz atalım..


1 Şubat 2012 Çarşamba

yine havadan sudan

Nezamandır yazmıyorum, yazamıyorum derken..
Bilinçdüzeyim bilinçaltımı bastırdı, yaratıcılığımı kaybettimderken..

Kelimeler,harfler, kısa nefes virgüller, uzun nefes noktalar isyan ediyorzihnimde..

Karalamaca
Aklımdakalan minik anektodlar var, magazinsel sinirsel. Hayat, içindekalmaya devam ettikçe daha çok güldürüyor beni. Kendi kendimegülünce de kendi kendime deli muamelesi yapıyorum, yazmaya kararvermem bu sebepten..

Pakize Suda sen çok yaşa
Denk geldim, Türkiye Konuşuyor programında Pakize Suda, 2012’de Eurovision şarkı yarışmasına kimin katılacağını sordu halka. Ben yazmakla yazamamakla cebelleşirken baktım halkın mizahı kabarmış. Soruya yanıt verenleri kendi içlerinde 3’e ayırdım. Birinci grup sorunun yanıtıyla ve hatta eurovision’la ilgili hiçbir fikri olmayanlar. Saygıyla karşılıyor, arka kapıdan kovalıyorum kendilerini. İkinci grup, yemek yaparken arka planda tv açık olanlar. Bir eurovision hadisesinden haberdar olmakla ve hatta genç bir çocuğun katılacağını bilebilmekle birlikte isim konusunda yetersiz kalıyorlar. “Cem Bonemo”, “Can Bon”, “Obama diyesim geldi” şeklindeki yanıtlar Türk insanının dikkat eksikliği ve hafıza sorununa parmak basıyor. Üçüncü grup yemek yaptıktan sonra da tv izlemeye devam etmiş ya da gazete okuyan, sosyal medyayı kullanan bir grup olabilir ki yanıt konusunda çok net: Can Bonomo. İzlediğim onlarca insanın cevap verirken ortak bir yaklaşımda olduğu da izlemden kaçmadı. Bir çok kişi, adını bilmemekle birlikte Can Bonomo’nun “yabancı” biri olduğu biliyor! Onca özellik, merak edilmesi gerken şey varken.. Son ekleme olarak ufak bir grup da vardı ki, bizi temsil edecek şarkıcı çoktan belirlenmiş olmasına rağmen inatla gönüllerinde yatan şarkıcının adını söylüyorlar.
Genç bir bayan: “Hadise bu işi iyi yapıyordu” dedi mesela. "Valla abla yeni emekliye ayrıldı yoksa bacımızdır" demek istedim. Abinin biri de en sevdiği sanatçıyı destekledi bu konuda: Refat Al Roman!


Kafana da takma meczup yoluna bakarlar

Hiç oralı olma meczup seni de yakarlar..



Opakçorap hadisesi
Memleketiminbütün kızları opak çorap giymeye başladı Hakan Akkayasağolsun. İsmi “Bugün ne giysem” olan yarışma içeriktenkaçıp “Her gün bunu giysem” tadında bir şova dönüştü.“Aynı tarz siyah elbiselerin altına, aynı opak çorap ve aynıtarz topuklu ayakkabılar giyen yarışmacı” diye bir cins türedi,kaçılın. Opak çorap iyidir, güzeldir, severiz ama bu yarışmayaher kim katılmıyorsa çok şıktır kanımca! Şu podyumlardaki gibi orjinal bir şeyler de  hiç olmadı ayrıca.


Toprağınbol olsun Keriman Halis

1932yılında Türkiye'yi temsil ederek Dünya güzeli seçilen KerimanHalis 2012 yılında yaşama gözlerini yumdu, bir Dünya güzeliolaraktan. Durumla ilgili çok haber yapıldı, çok yazı yazıldı.Birçoklarımız da yeni tanıdık Keriman Halis'i, bazı tanışmalarölümden sonraya denk geliyor.

Benimiçin bu tanışmanın şöyle manedar bir yanı oldu şayet Kerimananneannemin adıdır. Meğerse Keriman Halis'in Dünya güzeliolmasından sebebiyetle rahmetli büyük büyük annem kızına buismi vermiş.. Anneannem de gerçekten masal kahramanı gibi güzel,gerçek bir Cumhuriyet kadını ve çok iyi bir avukat olmuş vekehanet yerini bulmuş..
(fotoğraf anneannemle dedeme aittir)

MetisAjanda – Olmayan kelimeler

Bu'yeni yıl'ın motivasyonu da Metis Ajanda'dan geldi. Eğer hala birajanda almadıysanız 'Olmayan kelimeler' harika bir terciholacaktır. Içinde; çok az kullanılan ve belki kullanılmayan,kullanılsa nasıl olur diye düşündüren kelimelerle ilgilibilgiler, kimi kimi eğlenceli kimi kimi ciddi yazılar var.

Dakşam,dün akşam; yakşam, yarın akşam; döğlen, dün öğlen; dabah,dün sabah.... şeklindeki uydurmasyonlar, uyuyan yaratıcı beyinhücrelerimin başında borozan çalıyor.

Ama(amma) ve lakin; ajandayla aramdaki duygusal bağ bazı günlereatfettiği 'önemli günler ve haftalar' biçimindeki tanımlarla oluştu. Bu son karışık cümlemden anlaşılmadığı üzereaçıklamam gerekir ki; mesela 11 Ocak Çarşamba günü 'Subirikintisine basma günü' idi. Şimdi işin asıl büyülü tarafışu ki; tam da o gün arkdaşımın evini su bastı ve evegirmemle birlikte söz konusu su birikintisine bastım! 22 Ocak Pazargünü 'Hayatı havalandırma günü'. 30 Mart Cuma 'Masalkahramanlarını anma günü'..

Yanianlayacağınız Metis Ajanda, en değerli günlerimizi resmikanallarla kutlamamızın (resmi olmayan kutlamalar çığ gibibüyüyecektir) engellendiği bu zamanda inadına günler çıkararakçok iyi yapmıştır kanımca! Karışsın kafaları kafaları, bizebir şey olmaz..
ŞuDünya'da her gün ayrı anlamlı..

Asıl bunlargüzel hareketler

Özellikleİstanbul'da yayılmaya başlamış bir sosyo-uygulama.Arkadaşlarınızla yemeğe gidiyorsunuz, yemek boyunca kim telefonueline alir, facebook, twitter gibi bir sosyal paylaşımda bulunmayayeltenirse hesabı o ödüyor. E çok hoş bence. Adam gibi muhabbetediyorsun 2 saat boyunca arkadaşlarınla düşünsene.
Buuygulamayı kullanmak isteyenler 0.99$ ödeyerek app store'danindirebilir, değil tabi ki.. Vintage bir uygulama, eski zamanlardangeliyor.. 'a'sosyal medya kimilerinin ilkel benliğini ötelemedenönceki zamanlar..




ŞİMDİLİK BUNLAR GELDİ AKLIMA, BENCE SONRA TEKRAR KONUŞALIM..

29 Kasım 2011 Salı

Alişan'a iş bulalım

Bu aralar sürekli bir Alişan. O kanal senin bu kanal da senin Alişan. Eniştem kaynımın kızıyla, kaynım dayımın kızıyla içerikli TV programlarında görmeye alışık olduğumuz bir duygulanım bozukluğuyla her gün bir programda  Alişan. 

Neden bu Alişan sürekli yayında diye sordum, babamın kumandasının manyetiğindeki televizyonda gene Alişan'ı görünce.. 'İşsiz kalmış' dedi babam... Çağla yüzünden işsiz kalmış hem de..

Medyatik olaylarla ilgili yazmıyordum ama Alişan'ın haline perperişan oldum. Efendi çocuktur vesselam. 

Şaka bir yana insanlardaki bu duygulanım bozukluğudur asıl dikkatimi çeken. Üzgün mü mutlu mu, sinirli mi anlaşılmaz bir hal, hüzünlenip gülen, mutlu olup ağlayan bir eda..

Alişan'ın bir derdi var, bazen sinirli, aniden umursamaz, birden acıklı birden çok aşık ama sürekli bilirkişi..  Sevgilisinin aslında bir estetik harikası olduğu haberlerinden sonra bile hala gururlu.. helal olsun..

Alişan'a iş bulun. Acun sana sesleniyorum. En kısa zamanda bir jüri üyeliği olsun bir backstage sunuculuğu olsun, elinden tut kardeşinin. En kötü söylersin Karamehmet'e, sarı bir Cellocan şapkası, yanık yanık söylesin Alican. 

Sana da aşkolsun Çağla!

23 Kasım 2011 Çarşamba

Kabuslar I


Oyunun başlamasına 15 dakika kadar var, salon girişindeki duvarlara asılmış fotoğrafları inceliyorum. Siyah beyaz fotoğraflar var eski oyunlara ait. 80 yıllık bir tiyatro salonundayım. On dakika kadar daha boyu uzuyor zamanın, iyice kalabalık oluyor etraf; insanlar içeriye girmeye başlıyorlar.  Hava soğuk kış vaktindeyiz, paltolar kabanlar çıkıyor, o vakit ben de çıkarıyorum kabanımı, koltuğumun altına sıkıştırıyorum, giriyorum salona. Oturuyorum orta halli yerime. Yaklaşık on dakika boyunca, dakikada iki kez toplamda yirmi kez cep telefonumu kontrol ediyorum. Evet kapalı, bakalım kapalı mı, kapalı işte, acaba biraz önce kapadım sanarken aslında kapalı olan telefonu açmış olabilir miyim, bir kontrol edelim, evet kapalı. Bir telefonu kapamışsan o telefon bir buçuk dakika sonra da hala kapalı olur. Benim telefonum da o telefonlardan mı? Bir bakalım evet o telefonlardan. Tamam telefonu kapadım ama belki bir alarm kurmuş olabilirim, bu telefon kapalıyken de alarmı çalan telefonlardan mı? En iyisi telefonun şarjını da çıkarmak. Aslında en iyisi bu telefonu öldürüp kimse görmeden arabanın bagajına yerleştirmeli ve ıssız bir göle atmalı. Belki de boğduktan sonra küçük  parçalara ayırdığım hain telefonu büyük bir çukur kazıp içine gömmeliyim. Cinayet planlamak dehşet verici bir şey olabilir ama şu an bu telefonu öldürmek düşüncesi beni o kadar rahatlatıyor ki; sesini bir daha duymamak için en cani şekilde yoketmek istiyorum onu.
Oyun başladı. Cinayet gerçekleşmedi. Oyunun güzelliği cinayetin gerçekleşmemiş olma huzursuzluğunu bastırdı.

Ta ki yirmidördüncü dakikaya kadar. Tam olarak yirmidördüncü dakikada öldürdüğüm hayır öldürmediğim, öldürmeye cesaret edemediğim telefon çalmaya başladı. Ben bu telefonun ağzına yastık tıkamamış mıydım, sonra kilometrelerce yol gittiğim ıssız bir dağın tepesinde kazdığım derin bir çukura gömmemiş miydim? Bunların hiçbirini yapmamış olsam bile şarjını çıkardığım telefonu iki parça halinde çantama attığıma o kadar eminim ki. Kaç defa kontrol ettim.
Komplo. Bir komploya kurban gittim. Telefon gittikçe yükselerek çalmaya başladı. Üstelik Türk klasiklerinden uyarlanan bir oyunu izlemek için geldiğim tiyatro salonunun, günler öncesinden aldığım en orta en güzel yerinde bangır bangır çalan telefon melodisi apaçi müziği. Gittikçe yükseldi yükseldi, aniden önümdeki arkamdaki insanlar ellerini iki yana kaldırarak apaçi dansı yapmaya başladılar. Sahnedeki tiyatrocular ceplerinden çıkardıkları telefonlarla dans eden topluluğu kameraya çekiyorlardı. Birisi ne ara anlamadığım bir zamanda paltomun cebine bir apaçiye ait telefon yerleştirmiş olmalıydı. Telefonu aradım aradım bulamadım, paltonun cebine elimi sokuyorum, paltonun cebi delik. Elimi uzattıkça kilometrelerce ıssız yolunu takip ettiğim dağın esintisi vuruyor elime. Toprak. Toprak değiyor elime paltomun cebinde. Telefonu gömmek için açtığım çukurdan çıkardığım topraklar bunlar. Telefonu bulamıyorum. Telefon herkesin elinde. Oyun sona eriyor,  perde hala açık, herkes çılgınca dansediyor, ben katilim, telefonu ben öldürdüm hakim bey diye bağırıyorum, telefonun ruhu beni rahat bırakmıyor. Oyun bitiyor, apaçiler dansediyor tiyatro salonunda..

Korkuyorum, korkudan bilinçaltıma ediyorum..

PS. Tiyatro salonunda cep telefonumun çalması korkuma dair..

11 Mayıs 2011 Çarşamba

3 dakikalık Kısa Film -Hayatım


Sahne 1: İlk sahnedeki ilk görüntü önemli, müzik önemli. Sahnenin devamında gelecek aksiyonu betimlemeli.
Yürüyorum, üstümde bir daha aynı hataya düşmeyeceğim bir uyum var. Çorabım, hırkam falan aynı renkte, kafama taktığım tek şey toka, o da aynı renkte.
-    Kostümcüyü çağırıyorum, kavga kıyamet.. hadi şimdi lise yıllarım, bir daha böyle kostüm istemem, uyumsuzluklarla dolu dünyamı uyumlaştırmaya niyetim yok.

Lisenin kapısından giriyorum. Sonraki sahne, çıkıyorum. Flashback gösteriliyor geçen 4 yıl. Sıradaymışım, şarkı söylüyormuşum, izciymişim, kamptaymışım, etek kıvırmıyormuşum, gizlice sigara içmiyormuşum, herkesi çok seviyormuşum, hep gülüyormuşum, güzel şarap içiyormuşum, çok hareketliymişim..
Sonraki sahne, üniversitenin kapısındayım. Belli ki psikoloji okuyorum, kapıda öyle yazıyor. 
-      Hop! Durduruyorum yönetmeni. Psikoloji okuyor olmamı çok manedar buluyorum, geçen 4 yıl sağlam geçmiş üstümden demek. Seyirci merak edecek, bir ‘psiko’patlık var ki bu işin içinde ‘loji’stik destek alıyorum.

Pat, önceki sahneye geri dönüyoruz, flashback’leri biraz daha back’iyoruz. Üzgünmüşüm, ağlıyormuşum, okul duvarına adımı yazmışlar, babam okula gelmiş, aşık değilmişim, telefon çalıyor, sürekli telefon çalıyor, korkuyormuşum..

Bir sonraki sahnede seyirci rahatlamış, ben rahatlamışım, belli ki bir karın ağrısı girmiş lisede, a-şık-kında takılıp kalınmış bir durum yok.  Bi halt anlamışlığımız da yok. Üniversiteye başlıyorum.

Sonraki sahne, bir parkta oturmuş yeşile bakıyorum, bir karar almak gerekiyor belli ki.. Karar alıyorum, çalışmaya başlıyorum. Flashback yapıyor yönetmen, filmin kısa olmasından sebeple.
İşteymişim, servisteymişim, kantindeymişim, işteymişim, bakanlara bakmama halindeymişim, derste isim-şehir-elma yiyorum, sınavın kapısından dönüyorum, kapıyla imtihanım büyük, istediğimi istediğim zaman kapı dışı edemiyorum.

Sonraki sahne; müzik dinliyorum, saçlarım kısacık olmuş, çılgınca dansediyorum, hafif yalpalayarak eve dönüyorum, evdekileri çok seviyorum, ev partileri veriyorum, sosyoloji hocasına halt ettirecek kadar sosyal hissediyorum. İşe gidiyorum, adeta işle canlanıyorum, çalışmayı seviyorum. Köpek alıyorum, köpeğimi seviyorum.
-     Hop! Durduruyorum yönetmeni, senaristleri çağırıyorum. Kuzum allah aşkına ne renk dizi çekiyoruz burda, her şey çok pembe, seyirci kanacak, sonra tozu gözüne kaçacak.