23 Kasım 2011 Çarşamba

Kabuslar I


Oyunun başlamasına 15 dakika kadar var, salon girişindeki duvarlara asılmış fotoğrafları inceliyorum. Siyah beyaz fotoğraflar var eski oyunlara ait. 80 yıllık bir tiyatro salonundayım. On dakika kadar daha boyu uzuyor zamanın, iyice kalabalık oluyor etraf; insanlar içeriye girmeye başlıyorlar.  Hava soğuk kış vaktindeyiz, paltolar kabanlar çıkıyor, o vakit ben de çıkarıyorum kabanımı, koltuğumun altına sıkıştırıyorum, giriyorum salona. Oturuyorum orta halli yerime. Yaklaşık on dakika boyunca, dakikada iki kez toplamda yirmi kez cep telefonumu kontrol ediyorum. Evet kapalı, bakalım kapalı mı, kapalı işte, acaba biraz önce kapadım sanarken aslında kapalı olan telefonu açmış olabilir miyim, bir kontrol edelim, evet kapalı. Bir telefonu kapamışsan o telefon bir buçuk dakika sonra da hala kapalı olur. Benim telefonum da o telefonlardan mı? Bir bakalım evet o telefonlardan. Tamam telefonu kapadım ama belki bir alarm kurmuş olabilirim, bu telefon kapalıyken de alarmı çalan telefonlardan mı? En iyisi telefonun şarjını da çıkarmak. Aslında en iyisi bu telefonu öldürüp kimse görmeden arabanın bagajına yerleştirmeli ve ıssız bir göle atmalı. Belki de boğduktan sonra küçük  parçalara ayırdığım hain telefonu büyük bir çukur kazıp içine gömmeliyim. Cinayet planlamak dehşet verici bir şey olabilir ama şu an bu telefonu öldürmek düşüncesi beni o kadar rahatlatıyor ki; sesini bir daha duymamak için en cani şekilde yoketmek istiyorum onu.
Oyun başladı. Cinayet gerçekleşmedi. Oyunun güzelliği cinayetin gerçekleşmemiş olma huzursuzluğunu bastırdı.

Ta ki yirmidördüncü dakikaya kadar. Tam olarak yirmidördüncü dakikada öldürdüğüm hayır öldürmediğim, öldürmeye cesaret edemediğim telefon çalmaya başladı. Ben bu telefonun ağzına yastık tıkamamış mıydım, sonra kilometrelerce yol gittiğim ıssız bir dağın tepesinde kazdığım derin bir çukura gömmemiş miydim? Bunların hiçbirini yapmamış olsam bile şarjını çıkardığım telefonu iki parça halinde çantama attığıma o kadar eminim ki. Kaç defa kontrol ettim.
Komplo. Bir komploya kurban gittim. Telefon gittikçe yükselerek çalmaya başladı. Üstelik Türk klasiklerinden uyarlanan bir oyunu izlemek için geldiğim tiyatro salonunun, günler öncesinden aldığım en orta en güzel yerinde bangır bangır çalan telefon melodisi apaçi müziği. Gittikçe yükseldi yükseldi, aniden önümdeki arkamdaki insanlar ellerini iki yana kaldırarak apaçi dansı yapmaya başladılar. Sahnedeki tiyatrocular ceplerinden çıkardıkları telefonlarla dans eden topluluğu kameraya çekiyorlardı. Birisi ne ara anlamadığım bir zamanda paltomun cebine bir apaçiye ait telefon yerleştirmiş olmalıydı. Telefonu aradım aradım bulamadım, paltonun cebine elimi sokuyorum, paltonun cebi delik. Elimi uzattıkça kilometrelerce ıssız yolunu takip ettiğim dağın esintisi vuruyor elime. Toprak. Toprak değiyor elime paltomun cebinde. Telefonu gömmek için açtığım çukurdan çıkardığım topraklar bunlar. Telefonu bulamıyorum. Telefon herkesin elinde. Oyun sona eriyor,  perde hala açık, herkes çılgınca dansediyor, ben katilim, telefonu ben öldürdüm hakim bey diye bağırıyorum, telefonun ruhu beni rahat bırakmıyor. Oyun bitiyor, apaçiler dansediyor tiyatro salonunda..

Korkuyorum, korkudan bilinçaltıma ediyorum..

PS. Tiyatro salonunda cep telefonumun çalması korkuma dair..

1 yorum:

  1. Yeni yılınız kutlu olsun, Mutlu Yıllar:) daha çok blog yazısı bekliyoruz:)

    YanıtlaSil