
Oyunun başlamasına 15 dakika
kadar var, salon girişindeki duvarlara asılmış fotoğrafları inceliyorum. Siyah
beyaz fotoğraflar var eski oyunlara ait. 80 yıllık bir tiyatro salonundayım. On
dakika kadar daha boyu uzuyor zamanın, iyice kalabalık oluyor etraf; insanlar
içeriye girmeye başlıyorlar. Hava soğuk
kış vaktindeyiz, paltolar kabanlar çıkıyor, o vakit ben de çıkarıyorum kabanımı,
koltuğumun altına sıkıştırıyorum, giriyorum salona. Oturuyorum orta halli
yerime. Yaklaşık on dakika boyunca, dakikada iki kez toplamda yirmi kez cep
telefonumu kontrol ediyorum. Evet kapalı, bakalım kapalı mı, kapalı işte, acaba
biraz önce kapadım sanarken aslında kapalı olan telefonu açmış olabilir miyim,
bir kontrol edelim, evet kapalı. Bir telefonu kapamışsan o telefon bir buçuk
dakika sonra da hala kapalı olur. Benim telefonum da o telefonlardan mı? Bir bakalım
evet o telefonlardan. Tamam telefonu kapadım ama belki bir alarm kurmuş
olabilirim, bu telefon kapalıyken de alarmı çalan telefonlardan mı? En iyisi telefonun
şarjını da çıkarmak. Aslında en iyisi bu telefonu öldürüp kimse görmeden
arabanın bagajına yerleştirmeli ve ıssız bir göle atmalı. Belki de boğduktan
sonra küçük parçalara ayırdığım hain
telefonu büyük bir çukur kazıp içine gömmeliyim. Cinayet planlamak dehşet
verici bir şey olabilir ama şu an bu telefonu öldürmek düşüncesi beni o kadar rahatlatıyor
ki; sesini bir daha duymamak için en cani şekilde yoketmek istiyorum onu.

Oyun başladı. Cinayet gerçekleşmedi.
Oyunun güzelliği cinayetin gerçekleşmemiş olma huzursuzluğunu bastırdı.
Ta ki yirmidördüncü dakikaya kadar.
Tam olarak yirmidördüncü dakikada öldürdüğüm hayır öldürmediğim, öldürmeye
cesaret edemediğim telefon çalmaya başladı. Ben bu telefonun ağzına yastık
tıkamamış mıydım, sonra kilometrelerce yol gittiğim ıssız bir dağın tepesinde
kazdığım derin bir çukura gömmemiş miydim? Bunların hiçbirini yapmamış olsam
bile şarjını çıkardığım telefonu iki parça halinde çantama attığıma o kadar
eminim ki. Kaç defa kontrol ettim.

Komplo. Bir komploya kurban
gittim. Telefon gittikçe yükselerek çalmaya başladı. Üstelik Türk
klasiklerinden uyarlanan bir oyunu izlemek için geldiğim tiyatro salonunun,
günler öncesinden aldığım en orta en güzel yerinde bangır bangır çalan telefon melodisi
apaçi müziği. Gittikçe yükseldi yükseldi, aniden önümdeki arkamdaki insanlar
ellerini iki yana kaldırarak apaçi dansı yapmaya başladılar. Sahnedeki tiyatrocular
ceplerinden çıkardıkları telefonlarla dans eden topluluğu kameraya çekiyorlardı.
Birisi ne ara anlamadığım bir zamanda paltomun cebine bir apaçiye ait telefon
yerleştirmiş olmalıydı. Telefonu aradım aradım bulamadım, paltonun cebine elimi
sokuyorum, paltonun cebi delik. Elimi uzattıkça kilometrelerce ıssız yolunu
takip ettiğim dağın esintisi vuruyor elime. Toprak. Toprak değiyor elime
paltomun cebinde. Telefonu gömmek için açtığım çukurdan çıkardığım topraklar
bunlar. Telefonu bulamıyorum. Telefon herkesin elinde. Oyun sona eriyor, perde hala açık, herkes çılgınca dansediyor,
ben katilim, telefonu ben öldürdüm hakim bey diye bağırıyorum, telefonun ruhu
beni rahat bırakmıyor. Oyun bitiyor, apaçiler dansediyor tiyatro salonunda..
Korkuyorum, korkudan bilinçaltıma
ediyorum..
PS. Tiyatro salonunda cep telefonumun çalması korkuma dair..
Yeni yılınız kutlu olsun, Mutlu Yıllar:) daha çok blog yazısı bekliyoruz:)
YanıtlaSil