30 Kasım 2010 Salı

Ankaralı İki Adam



Ankara’da kadın ya da erkek hakkında konuşmak, bardağın dolusu boşu hikayesine benzer. Bir yerden bakarsan öyle dolu, bir yerden bakarsan öyle boş gelir insana.

Elimde iki tane bardak var, ağzına kadar dolu. İkisi de bendeki hayranlığı taşıran son damla!

Erdal Beşikçioğlu. Evet, ben de bir çok kadın gibi onun son derece karizmatik olduğunu düşünüyorum. Beni asıl içine alansa göz kamaştıran yeteneği. Öyle bir şey ki ondaki yetenek, yaşam becerisi adeta.

Geçtiğimiz hafta aylardır kapalı gişe oynayan ve insanların sabahın 7’sinde bilet alacak kadar sıyırmış olamayacağını düşünürken; şahsen iki adet bilet için sıyrık bırakmadığım “Bir Delinin Hatıra Defteri”ne gitme fırsatı buldum. Son zamanlarda tiyatroya gitmek için ne kadar da uğraşmam gerekiyor. Bknz. Ferhan Şensoy.

Oyunun düzeni gereği sahnenin etrafına dizilmiş sandalyelerimizde yaklaşık 100 kişi izlediğimiz Erdal Beşikçioğlu yüzünden, oyunun sonunda söz konusu defterden bir tane de kendime almama neden olacak şekilde delirdiğimi hissettim. Böyle bir oyunculuk adamın aklını başından alır. Bunu sadece yetenek diyerek geçiştiremem. Saçlarının arasında üçüncü bir göz olmalı, oradan bakmış olmalı hayata. Bir saat onbeş dakika boyunca tek başına, ara vermeksizin, atlayarak zıplayarak, bu oyunu başkası oynadı diyelim. Peki içine çeken o enerjiyi  kimde bulabilirsin? Sadece ayaklarından güç alarak tüm bedenini seyircilerin üzerine doğru bıraktığı anda; O’na yakın sandalyede ben olsaydım, nefesimi hala tutuyor olabilirdim.

Erdal Beşikçioğlu Ankara’lı. Ankara’ya sevdalı. “Ruhuma en yakın yer” diyor Ankara için. Tıpkı O’nun gibi. Liseyi zar zor bitirmiş, tembel ve yaramaz bir öğrenciymiş. Tıpkı O’nun gibi.

Tiyatro sanki şans eseri çıkıvermiş karşılarına. Bir deneyelim demişler..

Bir başka adam var şimdi sahnede.

“Kod Adı: Keklik”. Ankara Sanat Tiyatrosunda. O; Özgürcan Çevik.

Derler ya, sahnede devleşir diye, daha azını beklemiyordum da bu kadarını da hayal etmiyordum. Ferhan Şensoy’u izlerken içimde uyanan arsız, burda da sahneye fırlayıp avaz avaz bağıracak diye çok korktum: Yeter artık! Hakkın yok bu kadar baştan çıkarmaya!! Tiyatrocuymuş gibi değil, tiyatro O’nun ta kendisiymiş gibi. Ne kadar yakışmış. Saatlerce alkışları hakkeden bir yetenek. Öyle bir şey ki ondaki yetenek, yaşam becerisi adeta.

Türkan dizisinin Orhan Doktor’u, dizideki rolünde doktor olmakla vicdan temizler ancak. Hastalanmış bakışları var insanların O’na, bunu da sonuna kadar hak eder.

Ankaralı iki adam. Bir hafta içinde iki taşikardiye sebep. Gördükçe dinleyin, izleyin, şahit olun derim. Hayran sevgisini fazlasıyla hakkediyorlar.

10 Kasım 2010 Çarşamba

İnsanlarla hayvanları ayıran özelliğin düşünmek olduğu palavrası



Ben bir hayvansever olarak hayvanlarla insanları ayıran özelliğin düşünmek olduğunu düşünmüyorum.

İnsanla hayvan arasındaki fark düşünmek değil 'düşündüğünü belli etmemek' olabilir. İnsan ırkına ait olan bu özellik hayvanlar tarafından asla becerilemez.

Köpeğiniz siz eve girdiğinizde tabiri mecaz olmadan it gibi sevinir ve fakat bu sevinci saklamak için 'bugün de koşmuyorum lan üstüne' diye içsel bir tavır içine girmez. Eğer üstünüze koşmuyor ya da sevinç gösterisini suareye saklıyorsa illa ki bir sebebi vardır; gerçekleştirmediği davranış gerçekleştirilmemeyi hakketmiştir gözünde.

Aslında canı son derece sıkkın, bunalmış, su kabında olması gereken ancak bulunmayan su nedeniyle mutsuz kediniz, sahte bir gülümsemeyle yanınızda oturup, siz sorunca da 'bişii yok, ben iyiyim' demez.

Bunu insanlar yapar. Düşüncelerini olduğu gibi aktarmamak insana özgü bir tavırdır. Aslen insan bu beceriye sahiptir ve bunu sürekli kullanmak ister.

Bence hayvanlar düşünür, en azından düşünmeyi öğrenir, koşullanır falan bir şey olur. İnsanlar da aynı şeyi yapar zaten. Hatta genelde düşünmeyip koşullanır daha çok. Bu bir fark sayılmaz.

İnsanevladı, evladı olduğu insandan öğrendiği şekilde sürekli düşüncesini saklar. Severken sevmez gibi davranır, nefret ettiğine güler, güldüğünün arkasından konuşur. Canı bok gibi de sıkılmış olmasına rağmen 'iyiyim ya bişiiim yok' kalıbında, 15 dakika kısık ateşte pişer sürekli.

Annesi, üzülmesin diye çocuğuna söylenmez içine atar, içeri atılan söylenmeler havasızlıktan kokar orada daha büyür, üzüntü olarak burun deliklerinden çıkar. Bu arada üstünden zaman geçmiş ve çocuğun atıştırdığı halt düzelmiştir ve fakat burun deliklerinden çıkan üzüntü zamansız şekilde ortalığı kokutur. Çocuk anlayamaz durumu; sonuçta o anda yediği bir halt yoktur. Anlaşılamadan hayat geçer. 

Sevgilisinden göremediği ilgiyi kendisiyle konuşmak yerine 'bişiii yok' muş gibi davranan sevgililer için de durum benzeşir.

İnsanlar bunu çok iyi yapar.

Hayvanlarla burada ayrılırlar işte.