29 Ocak 2010 Cuma

terzi bey

kot pantalonumu terziye götürüyorum, belinin daraltılması gerekiyor. bu kendi başıma yapamayacağım bir iş, pantalonun kendisini de şahsen seviyorum, onu yeni bir forma sokup kullanmayı düşünüyorum. çok sevdiğim kotu, sevdiğimiz herşey için en iyisini düşündüğümüz hissiyatla bildiğim en iyi terziye götürüyorum. kot pantalon deyince tek adres olan terzi beyin dükkanına. terzi beyin yanında pravo yapılıyor, iğnelerle işaretlemeler yapılıyor, artık daha dar olan kotu iğneleri kendime batırmadan çıkarabilme becerisini de gösterdikten sonra gün ve saatte de anlaşıyoruz, ayrılıyorum. Perşembe günü akşam 7 de hazır kotum. kotu alıyorum, kapanmak üzere olan terzi bey dükkanından çıkıyorum. ancak bir kaç gün sonra denemek nasip oluyor. söz konusu bir kaç gün içinde kilo vermiş olmama şaşırarak diyorum ki: evet hande çok şanslısın gerçekten, sen istediğin kadar kendine uydurmaya çalış, ol-ma-ya-cak bu iş.. tabiki dee hemen kişiselleştiriyorum durumu..
bir kaç defa daha aynı pantalonu bedenime uydurmaya çalıştığımda, diğer kıyafetlerimin içine aynı oranda sığıyor olduğumu farkediyorum. incelen ben değilim, kilo alan benim kotum.
alıyorum elime, eviriyorum çeviriyorum, iğneleri soktuğumuz yerlere, etikete, kemer kısmına bakıyorum: yok. hiçbir değişiklik yok. kot aynı kot. orjinali neyse o. daraltılmamış ki.
para verdim ben bu daraltma işlemine ama. ne için para verdim, kaç gün kaldı kot orada. terapiye mi gönderdim terzi bey ben pantalonumu sizin yanınıza. konaklama ücretimi aldınız anlamadım ki. kıyamadınız belki, öyle masum masum baktı yüzünüze. ben de ilgisiz bir veli olduğum için farkedemedim çocukta ki değişiksiz değişikliği.
belkide bizim ufaklık iğneden korkup kaçmıştır diye de düşündüm en sonunda, ben de çok korkardım okula doktorlar geldiği zaman..
böyle düşününce de üzüldüm doğrusu, ben de kıyamadım, öylece giyiverdim üstüme..

herşeyi, herkesi olduğu gibi kabul ettiğim gibi, onu da olduğu gibi kabul ettim..

28 Ocak 2010 Perşembe

kar

NasılGüzel

bembeyaz Ankara.. bir başka güzel oluyor bu şehirde kar.. kıpkırmızı gökyüzü, yavaşlayan zaman, penceren dışarı salınan hayaller.. uzaktaki sevgiliyi bekler gibi bekler bu şehrin insanları kar taneciklerini.. gelen sevgili eli boş gelmez kahkaha atarak iner gökyüzünden, aşk getirir şehre..

biliyorum herşey aklanacak karla birlikte zihnimde.. kızgınlıklar, umutsuzluklar, öfkeler dinecek, kar örtecek kendinden olmayan herşeyin üstünü, sonbaharın lanetini alacak tepesinden şehrin
ve ben yine kaldığım yerden sevmeye devam edeceğim.

belli etti bu akşam kendini
sıcak şarap, biraz hüzün, biraz neşe..

şehir!!! bugün seni çok seveceğim...

23 Ocak 2010 Cumartesi

kitapevler

kitaplara olan düşkünlüğüm biraz da 'düş' düşkünlüğümden. kitap benim için sadece yazılardan, paragraflardan oluşan bir eser değil. ön kapağıyla arka kapağıyla, yırtık sayfalarıyla, üstüne alınmış notlarıyla, yaşamdaki kara delikleri dolduran bir tasarım.  düşlerin somut hali. ve öyle bir tasarım düşünün ki, heryere çok yakışsın. hem kalbinize, aklınıza, ruhunuza iyi gelsin, arkadaşınız, dostunuz, hazineniz olsun; hem de yaşam alanıza girsin, biraz da oradaki boşlukları doldursun...

    





...düşlerimin somut hale geldiği bir alan hayal ediyorum. renkli, kışkırtıcı, öylesine karışık, baktıkça sade.. yaşanmış, gerçek, her bir sayfasında yüzlerce kelime.. baktıkça kitap, baktıkça hayat...



21 Ocak 2010 Perşembe

BluRay


insanoğlu kendisi için hep iyisini ister değil mi? bu illaki de daha çok para daha çok lüks anlamında değil.. hayat kalitenizi arttırmak istersiniz ki; bu sayede daha çok şeyden keyif alabilirsiniz. 
ama insan kendisi için neyin daha iyi olabileceğine kendi başına karar veremiyor her zaman. daha doğrusu, birtakım seçenekler hayatımıza girmeden, o seçeneğin aslında yaşamımızı kolaylaştıracağını bilemiyoruz, doğal olarak. 
Ankara'da bir dönem saat 12'de Vakko'nun önünde buluşmak diye adet vardı. Cumartesi günü saat 12'de Vakkonun önünde arkadaşlarıyla buluşmamış bir jenerasyongilim olduğunu sanmıyorum. İlk zamanlarda cep telefonu falan yok tabii, ama hayal gücümüz bunu karikatürize edebilecek kadar büyük. her seferinde bir arkadaşımız beklenen saatte orda olamayınca, üstelik orada olamayanlardan biri okulun en karizmatik tiplerinden biri olunca, "olsun biraz daha bekleyebiliriz, henüz 1 saat gecikti" diyaloglarının arkasından çeşitli fanteziler kurmuş olabiliriz. "keşke yanımızda taşıyabileceğimiz telefonlar olsa, arasak birbirimizi neredesin diye sorsak", "yok beee abarttın ha", "niye abartayım duydum ben olacakmış ileride öyle şeyler",  "oldu canım kabloyu da belimize dolarız" gibi konuşmalar geçmiş olabilir. lakin o dönemde bu senaryoyu "yaa, Mehmet yine gecikti -o zamanlar yaaoouu değil baya net şekilde 'ya' diyordu kızlar, neyse- keşke şöyle telefonlar olsa yanımızda taşıyabileceğimiz, arasak birbirimizi neredesin diye sorsak, hatta o sırada müsait olmazsa blackberry messengerdan bir mesaj atsak, en güzeli de gprs den yerine bakmak dimi kanka" gibi bir diyaloga çevirmeye kalksanız, o diyalog monolog olarak kalırdı, arkadaşlarınız da bön bön suratınıza bakarlardı. 
Eski kasetlerin üzerine başka şarkılar çekebilmek için, kasetlerin üstlerini bantlarken, anahtarlık niyetine flash disk taşıyabileceğini hayal edemiyor insan. halbuki ne kadar da kolaylaştırdı hayatımızı, hay aksi neden düşünemedik o zaman bunu? yoktu çünkü.
şimdi de hayatımızı güzelleştirecek neler var kim bilir ama şahsen benim aklıma gelenler, ya zaten yapılmış oluyor ya da suratıma bön bön bakılmasına neden oluyor.



i like





kesif 2

İnsan birşeylere aklı ersin diye çabalayıp duruken, birileri de, "aklınız herşeye de yetişemesin kardeşim" dercesine almış başını gidiyor. Şurdan tutsam buraya çeksem, ona mı baksam bunu mu çözsem derken, teknoloji çığır üstüne çığır açmış, sanat kabına sığmaz olmuş, biz basit cümlelerle kendi neslimize laf anlatamazken, o minicik ufacık, eti ne budu nesice bebekler cümle kurmaya bileşik cümleden başlar olmuş.
İnternet dünyasını mı, tıp gelişmelerini mi, medyayı mı, siyaseti mi, yeni sanat akımlarını mı, psikoloji araştırmalarını mı, neyi takip edeceksiniz, herşeye nasıl hakim olacaksınız. Neyse ki yaşam içinde kişisel ihtiyaçlarımıza göre bir öğrenme skalası oluşuyor. Bir hastalık geçiriyorsunuz, ilaçlar, tıp, bitkisel tedaviler, hastaneler, doktorların özlük hakları, eczanelerin durumu falan uzmanlık alanınız oluveriyor. Müzisyenseniz, yeni albümler, müzik türleri, şarkı sözleri, telif hakları onlar bunlar sizden soruluyor. 
Herşeyden biraz biliyimciler var bir de, ben çok hayranım onlara, ciddi bir hafızaya sahip bu canlılar; okudukları, duyduları ve üzerinde düşündükleri hiçbir şeyi unutmuyorlar.
Neyse çok açılmayalım, ben de bu yıl itibariyle herşeyden biraz bileyimcilerden olmak hedefindeyim. Hedefe ulaşılamazsa da en azından bu yolda ilerlerken bir çok şey öğrenmiş olacağım. Buradaki kastım, yapılan bir işi en iyi yapmak gerekliliğine olan inancımı engellemiyor. Bu konu sadece öğrenme merakımla ilgili.
Benim bilgi hazinem genelde rutinlerim sırasında gelişiyor. Normal normal yürürken gözüme çarpan bir afişi merak ediyorum, arkadaşımın evinde otururken masanın üzerindeki dergide yazanları merak ediyorum, internette dolaşırken karşıma çıkan 'ne,nedir,nasıldır' cevabı olabilecek şeyleri, TVde bahsedilen saçma salak bir konuyu merak ediyorum. Kısa süreli hafızama -ona güveniyorum en azından- yazıyorum bu merak ettiklerimi, sonra oturuyorum araştırıyorum neymiş diye. Beni en tahrik eden de merak ettiklerimin bana anlatılması. Çılgınca arzulayacağım, karşımdaki de anlatacak. Sabaha kadar soracağım sabaha kadar dinleyeceğim. Herhangi bir konuya yeterince hakim birisinden -konuya hakimse kesin anlatımınında çok akıcı ve seksi olduğunu hayal ederek- anlatacaklarını dinlemek kadar zevkli birşey olamaz.

İnsanlar genelde ihtiyaçları olan bilginin peşinden gidiyorlar. Sonucunda biryerde kullanılması planlanan bilgi, insanoğlu tarafından emiliyor. İlgi alanlarınıza, mesleğinize, mecburiyetinize, çıkarlarınıza, kazançlarınıza, hayallerinize göre gerekli bilgi neyse onunla kavuşumlanıyorsunuz.
Hedefinizin bunlardan hiç biri olmadığını düşünün. İlgi alanı, mecburiyetleri olmasa, çağa ayak uydurma  savaşı olmasa; neleri öğrenmek isterdi insan. En çıplak haliyle..

olsaydı varolmanın dayanılmaz hafifliği..



20 Ocak 2010 Çarşamba

keşif

Gün geçtikçe bloguma daha çok bağlanıyorum. Bildiğim bilmediğim ne varsa yazasım geliyor. İçimde bitmek tükenmek bilmeyen bir öğrenme arzusu, sürekli okuyasım araştırasım bilesim var. gidesim, göresim, gezesim zaten hep var. bu durum, 10 parmağında 10 marifet olmak gibi değil. olumsuz tarafları çok. sürekli birşey yapmak isteyip de yapamadığın ya da eksik yaptığın zaman parmakla marifeti bir türlü eşleştiremiyorsun. mesela 10 parmağında 50 marifet olsa nasıl olur, parmak başına 5 marifet düşeceğinden, zavallı parmaklar bir süre sonra hiç bir marifetini gösteremez duruma gelirler.
bunun araştırma,  okuma, gezme, tozma isteğimle ne alakası mı var? (bu soru belki de hiç sorulmadı bana ama yanıtlayacağım:) yeni şeyler öğrendikçe o konularda uzmanlaşmak istiyorum, daha çok bilmek istiyorum. ama bu noktada minicik bir sorunum var: ben de herkes gibi zaman bulamıyorum.
araştırdıklarımı, öğrendiklerimi, gezdiklerimi en azından kalıcı hafızama atmak ve ara sıra çıkarıp oracağızdan, biliyor olmanın keyfini sürmek istiyorum. bu noktada da ikinci minik sorunum var:
ne yazik ki hafızamla ilgili de sorun yaşıyorum, her şey o kadar kolay gidiyor ki aklımdan bana öyle bir şey anlatılınca falan, neyse Hande'nin de haberi var artık diyip geçmeyeceksin mesela.
kapasite mi doldu, motivasyonu mu yok, sevgilisinden mi ayrıldı bu hafıza nedir, deli edecek bu günlerde beni..
işte şimdi başlıyoruz; çünkü karşınızda kendi söküğünü dikecek bir terzi, saçına sürmek üzere ilacı olan bir kel, ya da ne bileyim, ne yapması gerektiğini bulmuş bir blogger duruyor. bu benim işim...
hafızamı güçlendirebilmek zaman yönetimimi düzenleyebilmek benim için çocuk oyuncağı olmalı. kısa süreli hafızamdaki bilgileri kalıcı hafızama atmak için kullanbileceğim en iyi yöntemin "tekrar" olduğunu biliyorum. ben de yazarken tekrar ediyorum zaten..
Sevimli Blog, padişahım sen çok yaşa, araştırdığım, öğrendiğim, gezdiğim, gördüğüm, tattığım, hissettiğim herşeyi tekrar edebilmem için varsın sen. sen benim beynimin daha iyi daha sağlıklı ve daha uzun yaşayabilmesi için gönderildin bana. şükürler olsun. işte bu yüzden;
Gün geçtikçe bloguma daha çok bağlanıyorum. benim için bir günlükten daha fazlasısın. sayende beyin hücrelerim yenileniyor. sana anlatacak o kadar çok şeyim var ki...



18 Ocak 2010 Pazartesi

PlastikPoşetlerBeniAffedin

Nereden nereye... Realde alışveriş yapıyoruz, Gökçe domatesleri seçiyor ben limon alıyorum ve gayri ihtiyari manav poşetlerini de alıyorum elime ikişer üçer.. "Koyma onları poşete" diye sesleniyor Gökçe. Kalıyorum elimde limonlar domatesler, atsam atıcam cebe, sıra falan da beklemek gerekmeyecek, bitiverecek alışveriş. Ben olası alternatifleri düşünürken tartıya yaklaşıyoruz, domatesleri tarttırıp bir poşete koyuyoruz, limonları tarttırıp aynı poşete atıyoruz, yeşillikleri de aynı poşete tıkıştırıyoruz. Tek torbayla hoop bitiyor işimiz. Ne yaptık Gökçe'cim ne derdimiz var poşetlerle..
Poşetlerle bir derdimiz yok, poşetlerle bir alakamız yok, onlarla artık hiç bir bağımız yok. Çünkü onlar plastik.
Kasada aynı şekilde elimize kucağımıza doldurduğumuz ürünlerle yürüyoruz arabaya doğru, çünkü evde unutmuşuz organik geri dönüşebilir bezden yapılma alışveriş torbamızı.
Ne kadar az plastik o kadar güzel bir dünya.
Plastik poşetlerin dünyaya verdiği zararı bile bile neden hala devam edelim kullanmaya. İşte budur diyorum.. Televizyondaki uyarı reklamları, internet sitelerinin kenar sütunlarındaki tanıtımlar, dergi sayfalarındaki onlarca uyarı yazıları: Övünün. Başardınız.
Geri dönüşümü 400-1000 yılı bulan, denizlerin dibine yerleşerek, deniz canlılarına büyük zararlar veren, geri dönüşümü olmayan, olsa da dönmüş hali bile zarar veren, çevre kirliliğinin en büyük etkenlerinden biri olan bu poşetlerden vazgeçmek için daha ne bekliyoruz.

Eve döndüğümüzde Gökçe gururla alışveriş torbalarını çıkarıp gösteriyor. Aman Tanrım, bunlar harika.. Bu torbalarla alışveriş sırası hep bende olabilir. Çok da havalı. İşim gücüm yok, organik torbayla gezip bütün gün alışveriş yapıyorum havası değil bu. Yaşamı önemsiyorum, kendimi önemsiyorum, dünyayı önemsiyorum mesajını tek bir torbayla vermek. Üstelik bu sefer geri dönüşü tam olarak kendine.
Bu güzel torbaları nereden aldın sorusunun da bir cevabı var elbet: Gojeko
Mutlaka ziyaret edin. Şu plastkilerden de bir an önce kurtulun.

Canım arkadaşım, yol kenarına yapılan büyük alışveriş merkezlerini protesto edip gitmeyişini biraz abartılı bulmuştum ama bu sefer sana çok büyük bir teşekkür borçluyum. Hiç de zor değil bu dünya için birşeyler yapmak..

P.S. Bu konu üzerine düşünürken koskoca bir soru belirdi önümde, ne olacak cevabı çok merak ediyorum. Mutfakta kullandığımız çöp torbalarına nasıl bir alternatif gelecek, plastiği hayatımızdan çıkaracaksak. Sanırım bezle, kese kağıdıyla aşılacak bir sorun değil. Hmm..

2009 bilançom-2

8) Dünya ile alkışlar içinde vedalaşmanın hiç de zor olmadığını öğrendim
Nisan ayında eniştemi kaybettik. Hayat enerjim biricik kardeşim canım kuzenimin babası, İsmail Tunçelli. Ölümün nasıl bir tecrübe olduğunu bilemiyorum ama kaybedilen kişinin arkasından yaşanan o davetsiz duyguyu tanıyorum. Ne kadar kendinizi alıştırmış da olsanız, ölümün her türlüsü ani ve davetsizdir, geride kalan için. Albert Camus "insanın her gün yaptığı en önemli şey, o gün intihar etmemiş olmasıdır" der, dünyanın ne kadar yaşanası bir yer olduğunu sorgulayarak. Dünya yaşanası bir yer diyorum, herşeye rağmen. Ben eniştemin cenaze töreninde "o kişiye" hayatının bir noktasında şahit olmuş olan insanların kalabalığını gördüm. O'nu tanımış, O'nu dinlemiş, O'na dokunmuş, hayran kalmış, kızmış, O'ndan öğrenmiş, O'na öğretmiş, O'na gülmüş, O'na tebessüm olmuş, O'nunla yalnızlığını paylaşmış, O'nunla dertleşmiş, hiç bir maddi çıkar olmaksızın dünyanın maneviyatını O'nunla paylaşmış insanlar kalabalığı gördüm. Herkesin omzu dik, herkes gururlu.. Alkışlar içinde.. Şunu öğrendim: Bu dünya da bırakabileceğin bir iz yok, yaşarken yaşattığın O anlar dışında.. Ve ne zaman çıkıp geleceğini bilemediğimiz o sonu yaşayacaksak her birimiz, geriye sadece o anları güzelleştirmek kalıyor, iyilik içinde...

15 Ocak 2010 Cuma

2009 bilançom-1


DoğumGünümKendimeGeldiğimGündür
Benim için çok özeldir doğum.. doğumun her türlüsünü önemserim. yeni doğum, yeniden doğum, doğum günü, doğum anı, doğum yıldönümü, doğum sancısı..

doğum günlerini severim; şımarık, duygusal, egosantrik, biraz narsist.. günlük rutinlerimize sokamadığımız, insana HAZ veren duyguları bitmek bilmeyen bir gün boyunca yaşayarak, bütün bir yılın birikmiş yorgunluğunu 'bak bilmem kaç oldum, yoruldum ama iyi ki doğdum' diyerek atmak gibidir.. dünyaya geldiğin için güzel sözler duymak, hediyeler almak... reçel sürülmüş ekmek parçalarının anne tarafından çocuğa yedirilip her lokmadan sonra 'afferim benim kızıma ne güzel de yermiş' demesi sırasında, hem reçelden mutlu olmak hem anne tarafından takdir edilmenin dayanılmaz mutluluğu gibidir..

benim için her doğumgünü haftası önemlidir, acımasızca arkamda kalan yaşı eleştiririm, içinde bulunduğum ruh hali ya da durum ne olursa olsun, yeni gelen yaşa haksızlık etmemek, geçmişin yaşanmışlıklarıyla gözünü korkutmamak için onu en iyi şekilde karşılamaya çalısırım..
bütün bu karşılamalar, hesaplaşmalar, yıl sonu değerlendirmeleri yaklaşık bir haftamı alır. yıl sonu hesaplarında ciromu görür, kar- zarar ettiğim herşeye göre yeni operasyonel planımı çıkarmaya çalışırım..

yaşım ilerledikçe daha çok kar ettiğimi hissediyorum.. beklenmeyen bir olayla karşılaşıp yıl içinde, önceden biriktirdiklerimden harcamak zorunda kalmamışsam -sağlık sorunu veya kalp sancısı ilk akla gelenler- yılı genelde kar ile kapatıyorum. edindiğim arkadaşlıklar, devam eden dostluklar, iş yerinde kazanılmış başarılar, harika tatiller, dünyanın bir yerinde bir noktasında az da olsa işe yaramış olmanın verdiği huzur, dünyanın benim işime yarayabilmek için az da olsa çaba sarfettiğini  gösteren mucizeler.. hesap kapandığında, 'herşeye rağmen' diyorum, yaşamak ne de güzel..

13 Ocak 2010 Çarşamba

mutlu fil



ne farkeder ki; tek başına olsan gelip bulmaz mı mutluluk seni
çağırdıktan sonra yanına.
sadece biraz hayal gücü
tıkılıp kalma odanda..

bu mutlu fili paylaştığın için, Ugurcan sana çok teşekkür ederiz...
ben ve içimdeki çocuk :)

10 Ocak 2010 Pazar

his bu








konusma
görme
yazma
okuma
diyebilirsiniz
hissetme
diyemezsiniz
mahremiyetinizdir hisleriniz
kimse hesap soramaz alıp çıkamaz gelip gidemez engel koyamaz
cezalandırılabilirsiniz, ama
ceza büyüdükçe
his büyür
bazen de his
sebepsiz
büyür..


3 Ocak 2010 Pazar

yahşi batı


bir insanın görmek istediği kadar görünür ya hayat
duymak istediğin kadar dinlersin karşındakini
tatmak istediğin kadar güzeldir yemek

yahşi batı
Türk sinemasının gögüs kabartan bir örneğidir
Türk insanının görünmeyen çalışkan yüzünün omzunu dike dike dolanmasıdır
sesiyle görüntüsüyle insanın iştahını kabartan bir görseldir
çıtanın yükselmesidir
Urfada Oxford vardı da biz mi okumadık anlayışının dama atılmasıdır
Ölçütleri filmi izlerken ne kadar kahkaha attığınızla sınırlayamazsınız
Onun için CMYLMZ gösterilerini izlersiniz
Bu filme Türk sineması izlemek için gidin..

yine de görmek istediğiniz kadar görünecek hayat size

benim için mi

Yahşi Bodrumda harika bir koydur
Batı hasrettir

Benim için bu film çok güzeldi..
Bodrum gibi
Mavi
ve yahşi..

hayal mahsülü

Ayakkabılarını da giydi, kapıyı açtı, kapıya daha uzak olan asansörün düğmesine bastı, sonra da asansörün gelmesini beklemeden merdivenlerden inmeye başladı..
Arabaya binişini, marketin önünde durup arabadan inişini izledim pencereden. Son kez arkasından baktım..

Gitmeden önce gazetenin bütün sayfalarını okudu, 2 saat once hazırladığım buz gibi kahveyi yavaş yudumlarla içti..  Bir kaç defa sordum başka birşey içer mi diye, istemedi..
Bütün hikaye bu aslında.
Onun için yaptığım son şey kahveyse; "bir kahveden daha ağır olanı" iki kahvedir. Zaten yaptıklarımın karşılığını ödeyemeyeceğini bile bile kapıdan çıkarken, son iki saat içinde birden fazla kahve içmiş olmayı istemez.
Bir erkek, bir kahvenin karşılığında neler yapmak zorunda olacağını düşünüyorsa, geçmişin ona çıkardığı hesapta hep zararlı taraf olmuş demektir.